Kesik İçgüdü

Hayatım boyunca Temel İçgüdü'yü belki 10 kez izlemişimdir. Fakat hepsi televizyonda olduğu için hala filmin tamamını hiç izlemediğimi farkettim geçen gün. Şu sıradakiler bitsin de indireyim bari.

Ece ?

Sene sanırım 1998 veya 1999. Yer İzmit Bayramoğlu'ndaki Emekli Sandığı dinlenme tesisleri. Bebekliğimden beri neredeyse her yaz gittiğimiz ve bu anlatacağım yazdan sonra da pek çok kez gideceğim bu tatil köyümsü tesise yine 12 günlük tatilimizi yapmak için gitmişiz. Bayramoğlu benim için özel bir yer olmuştur hep. Şimdi anlatıcağım hikaye, başka bir yaz sevgili yapmak, son gidişte de sevgiliyle gittiğim ilk tatil olması gibi özellikleriyle her zaman seveceğim bir yerdir Bayramoğlu.

Aileyle çıkılan tatiller malumunuzdur. Bir çocuk için eğer kendi yaş grubundan anlaşabileceği arkadaşları bir an önce edinmezse geldiğine geleceğine pişman eden bir aktiviteye dönüşür. Benim bu seferki tatilde öyle bir sıkıntım olmamıştı neyse ki. Daha ilk günden annemin arkadaşının çocukları Deniz, Kutay ( Ya da Kutlu hatırlayamıyorum) ve onların kuzeni Kıvılcım'la tanıştırılmış ve birlikte takılmaya başlamıştık. Kutay-Kutlu benim yaşımdayken, Deniz ve Kıvılcım ise birkaç yaş büyüktü bizden. Bu üçlünün en büyük özelliğine gelirsek üçü de mahallelerinin en azılı hip-hopçıları ve bunun getirisi olarak graffiticileriydi. O zamana kadar rap nedir hiphop nedir bilmeyen bir çocuk için bir anda graffiti mraffiti diye konuşan, düz zemin bulunca amuda kalkıp kafasının üstünde dönen, evden getirdikleri tahta kalemleriyle sağa sola "Tek atıyoruz." diyerek okuyamadığın şeyler yazan insanlar görmek gerçekten şaşırtıcı bir deneyimdi. Hip-hop kültürüyle ilgili zerre bilgim olmamasına rağmen üçüyle de nasıl anlaşmıştım, neler konuşuyorduk, neden sevmiştik birbirimizi hiç hatırlamıyorum.

İlk günler böyle geçti. Gündüzler havuza girmekle, gecelerse dışarı çıkıp etrafa tek atan Deniz'i ya da yerde ters dönmüş hamamböceği gibi çırpınan Kutlu-Kutay'ı izlemekle geçiyordu. Havuz başında uzanırken de etrafı keserek ölümüne dedikodu yaptığımızı hatırlıyorum. Kutay-Kutlu'yla benim yaşımıza uygun görünen birkaç kız vardı ama nasıl tanışılır bilmiyorduk. O zamana kadar da hiç sevgilim olmamıştı. Daha 10-11 yaşında ne sevgilisi hem. Çükümü yeni keşfediyordum belki de. Günler böyle birbirini kovalarken Deniz'le Kıvılcım Ankaralı bir ağabey-kardeşle tanıştılar. Fena çocuklar değillerdi ama daha önce hiç Ankaralı konuşması duymayan ben, bunlar her konuştuğunda gülmemek için kendimi zor tutuyordum. La bebe, geliverdi, gidiverdi falan diye konuştukça kıkır kıkır gülüyor, ayıp olacak diye de hiç çaktıramıyordum. Bu ağabey-kardeş ikilisinin grubumuza katılmasına başta ne sevinmiştim ne üzülmüştüm ama sonradan iyi ki katılmışlar diyecektim.

Grubumuzun genişlemesi Ankaralılar'la sınırlı kalmadı. Bu Ankara ikilisi Ece ve ismini hatırlayamadığım bir kızla daha tanışıyorlardı. Ece ve öteki kız Kutlu-Kutay'la benim nasıl tanışsak acaba diye kestiğimiz kızlardan başkası değildi. Ankaralılar sayesinde büyük bir dertten kurtulmuş ve kızlarla ilk aşamayı atlatmıştık. Nasıl olduğunu anlamadığımız bir şekilde konuşmadan anlaşarak Kutlu-Kutay'la kızları paylaştık. Ya da kızlar bizi paylaşmıştı bilemiyorum. Fakat şikayetçi değildim zaten en başından beri benim gözüm Ece'deydi.

Ece; benimle aynı yaşta, minyon, sarışın düz saçlı, yeşil gözlü, şirin bir kızdı. Öteki kıza göre bariz bir şekilde çok daha güzeldi. Renkli göz takıntım o zamandan belliymiş demek ki şimdi düşününce anlaşılıyor. Zaten bir insanın çocukluğunda yaşadıklarının, yaptığı seçimlerin geleceğine etki etmemesi imkansız değil mi azizim? Neyse, birkaç gün de yeni kalabalık grubumuzla aynı aktivitelere devam ettik. Havuzda coşkumuz artmıştı. Resmen kamp bizimdi sanki. Sadece biz eğlenebilirdik havuzda. Kızlarlaysa evet karşılıklı paylaşım yapılmıştı ama bunun dışında hiçbir yakınlaşma belirtisi yoktu. Sadece Ece daha çok benim yanımda yürüyor, benimle sohbet ediyor, öteki kızsa Kutlu-Kutay'la konuşmayı seviyordu. Günler böyle neşe içinde geçip giderken 12 günün sonuna doğru geldik.

Sondan bir ya da iki önceki gün, bir öğlen vaktı, öğle yemeğinden sonra havuza girmeden önce, boğucu havadan kaçıp televizyon salonuna girmiştik. Ben, Ece, Kutlu-Kutay, Öteki Kız ve Ankaralılar. Televizyon salonu serin, televizyon salonu karanlıktı. Yemeğin de insan verdiği ağırlık hepimizin bünyesine çökmüştü. Televizyon salonundaki sıra sıra koltuklardan arkalarda olanlarından birine Ece ve ben oturmuş boş boş televizyona bakıyorduk. Üzerime çöken ağırlık dayanılmaz hale geldi ve birden kafamı Ece'nin bacaklarında buldum. Bacaklarına yatmış uykuyla uyanıklık arasında gider gelirken saçlarımda gezinen elini farkettim. Kafamı çevirip baktım yüzüne, yeşil gözlerinin içi gülüyordu. Kafamı karnına doğru çevirerek yatmaya devam ettim. Bir süre daha saçlarımı ve yanağımı okşadıktan sonra kalk hadi dedi. Neden kalkmamı istedi bilmiyorum ama o zamana kadar yaşadığım belki de en güzel an bitmiş, en heyecan verici an yaklaşmaktaydı. Birbirimize bakıyorduk. Aklımdan filmlerdeki gibi öpüşmek geçtiğini hatırlıyorum. Yaklaştı ve sarılıp yanağımı öptü. Bense yanağını öptükten sonra dudaklarına yönelmiştim ki geri çekildi. Utangaç bir şekilde "Ya olmaaaz" diyişi hala aklımda.

Bu olay aramıza ufak bir soğukluk soksa da çabuk atlatıldı. Son iki günü neredeyse sürekli el ele geçirdikten sonra ayrılık vakti geldi. Ayrılış anında neler yaptığımızı, ne konuştuğumuzu , neden ev telefonlarımızı almadığımızı hiç hatırlamıyorum. Bunları hatırlamamak sorun değil de, soyadını da hiç hatırlamıyorum. En azından bir şansımı deneyip, teknolojinin nimetlerinden faydalanıp Facebook'ta bir aramak isterdim. Tam olarak sevgilim olmasa da ilk arkadaştan öte yakınlaştığım kızın şu an neye benzediğini görüp, birkaç kelam etmek isterdim. Sağlık olsun.

tvit

Her taraftan duymaya başlayınca neymiş ne değilmiş diye bir bakayım dedim bu twitter'a. Çok çekici birşey gibi de gelmedi ne bileyim şunu yaptım bunu yaptım yazmak gibi. Değişik amaçlar için kullanılabilir belki. Bir de ünlüler varmış takip ediyormuşsun dediler. Hemen Ellen'ımı aldım takibe. Siz de beni almak isterseniz nickim yine conradbundy.

Dark City 2

Sonunda üçüncü denemede Dark City'i bitirmeyi başardım. Daha önce de dediğim gibi sevmiştim ama ilginç bir şekilde uykum geliyor ve izlemeye devam edemiyordum filmi. Bitirince gerçekten sevindim. Bu film üstüne kelam etmek aslında çok zor ve yoğun bir beyin aktivitesi gerektiriyor fakat kısaca şöyle birkaç cümle etmek istiyorum.

Tamamiyle gece geçen bir filmde görüntü yönetmenliği yapmak nasıl bir deneyimdir çok merak ediyorum ama bu filmde ustaca yapmış görüntü yönetmeni işini. Işıklara öyle hayran oldum ki ara ara geri alıp gölgelendirmeleri inceledim. Parçalı ışık hastası bir insanımdır ben zaten ki bu film de beni resmen ışık yönünden orgazma ulaştırdı. Bütün o derin felsefi fikrini falan bıraksak bile sırf ışıklarını görmek için izlenecek bir film Dark City.

Filmin felsefi altyapısını tam olarak çözümleyecek kapasitede ya da şu anlık o derece kafa çalıştırabilecek durumda görmüyorum kendimi ama filmi izleyince insan kendisine bir gerçek nedir diye sorabiliyor. Birçokların dediği gibi Matrix öncüsü olarak yaşadığımız hayat ne derece gerçeklik fikrinden yola çıkarken alttan alta da bize dayatılanı sorgu sual etmeden kabul etme durumunu da eleştiriyor film. Bize sunulan ve kendimiz gerçekten istiyormuşuz gibi yaşamamız istenilen hayatın akışına o derece kaptırmışız ki hayat boyu güneş doğmasa, sürekli gece yaşasak bile bunu sorgulamayacağız fikri var. Bu filmde kullanılan fikirlerin bir takım yaradılış teorilerinden de alındığını duymuştum ve şöyle bir göz attım da evet birçok esinlenme var.

Bu esinlenmeler çok güzel tabi ki. Yönetmen Alex Proyas kendinden önceki felefi düşüncelerden ve teorilerden etkilenmiş ama Wachowski kardeşler direk Alex Proyas'tan etkilenmiş. Ben ilkini tercih ederim. En azından ışıkları daha güzel olmuş.

The Tracey Fragments

Çok zaman önce Yiğit bir film festivalinde izleyip de bana bahsetmişti bulursan izle kesin diye bu filmi. Bu güne kısmetmiş. Geç olması hiç izlememekten iyidir. The Tracey Fragments; canım ciğerim, pek sevdiğim, aşık olunası insan Ellen Page'in 2007'de oynadığı, pek bilinmeyen sadece festival çevrelerinde adını duyurmuş filmi. Ellen Page'in film boyunca görünmediği 1 saniye yok sanırım ve gerçekten de filmin az sonra değineceğim en önemli yönü olan kurgusundan sonra en güzel şeyi. 20 yaşında bir oyuncu olarak müthiş bir olgunluğun yanına kattığı çocuksulukla oynuyor 15 yaşındaki Tracey Berkowitz'i. Oyunculuğun göze battığı hiçbir yer yok ve zaten aynı yıl oynadığı diğer film Juno'yla da ne kadar iyi olduğunu ispatlamıştı Ellen Page.

Filmin en dikkat çekici ve en önemli yönüne gelirsek, daha önce hiçbir filmde görmediğim ve kolay kolay görebileceğini sanmadığım kurgusu. Bir sinema filminden çok bir video art çalışması gibi işlenmiş film. Kısaca özetlemek gerekirse öncelikle filmin akışı doğrusal değil. Tracey'nin hayatından bir takım kesitler izliyoruz ve bunları ancak filmin sonunda doğrusal bir çizgiye oturtup olay akışını anlayabiliyoruz. Bunun dışında film sadece 75 dakika fakat bittiğinde sanki 4-5 saatlik film izlemiş gibi hissediyorsunuz. Ekranın tek kare olduğu anlar o kadar az ki. Sürekli ekran birden fazla boy boy kareye bölünüyor ve her karede bazen farklı sahneler bazen de aynı sahnenin farklı açıları ya da sahnenin içinden detaylar görünüyor. Bir yandan konuyu takip edip hangi karenin asıl izlemeniz gereken olduğunu şaşırırken insanın gözü de haliyle diğer karelere kayıyor ve inanılmaz bir imaj bombardımanına tutuluyor beyniniz.

Bu değişik kurgu tekniğinin sadece filme biçimsel bir yenilik katmak amaçlı kullanılmadığını düşünüyorum. Ekranda gördüğümüz çeşitli imgelerle ve detaylarla o anda sahnenin duygu yoğunluğu neyse, Tracey Berkowitz ne hissediyorsa biz de o duyguya ve hislere daha kolay girebiliyoruz. Bir nevi bilinçaltına ve bilinçüstüne hücum. Tam olarak düz bir bilinçle izleyemedim filmin tamamını. Fakat algılarım o kadar açılmış ki bunca imgeyi gördükten sonra filmin sonunda resmen 15 yaşındaki Tracey'nin hissettiklerini 22 yaşındaki Mehmet olarak tam manasıyla anladım. Bunu da sanırım bu kurgu tekniğine borçluyuz.

Bruce McDonald daha önce adını hiç duymadığım Kanadalı bir yönetmen fakat bu filmden sonra aklıma takip edilecek yönetmenlerden biri olarak girdi Bruce ağabey. Siz de merak ediyorsanız The Tracey Fragments'ı izleyerek başlamakta fayda var.

al eline kuponu ara nalkaponu

Güzel bir pazar günü geçirmek için en iyi yerlerden biri Veliefendi Hipodromu. Gazi Koşusu olduğu için yaşanan kalabalık olmadığında daha da güzel olur. Zaten Veliefendi'deki kadar güzel insanın toplandığı yerin az olduğunu bir iki yıl önce deneyimlemiştik. Güzel insanların yanında da tabi haliyle her tarafta dünyanın en güzel hayvanı olunca keyif almamak imkansız. Hele bir de uzun zamandır oynadığınız ilk altılıyı tutturmak ayrı bir zevk. Tüm safkanların ayakları düz bassın diyor başta Live Well ve Selim Kaya olmak üzere bize para kazandıran tüm atları ve jokeyleri yanaklarından öpüyorum.

Dark City

Yeni bir Benjamin Button vakasıyla karşı karşıyayım. The Curious Case of Benjamin Button'ı da ne kadar güzel film olsa da 3 seferde izleyebilmiştim. Şimdi de aynı durum Dark City'de oluyor. 1998 yapımı bu güzel bilimkurgu filmini 2. seferde de bitiremedim. Gerçekten sevdim filmi. Özellikle görüntü yönetmenine hayran oldum, konu da gayet ilgi çekici ama işte iki seferdir birkaç saniyelik uyuklamalar yaşadığımı farkedince kapatıyorum. 3te bitecek kararlıyım.

Kupa Öpmek Onların Da Hakkı

Cesc Fabregas, Sergio Aguero vb futbolculara çok üzülüyorum. Adamlar Avrupa'nın ve haliyle dünyanın en önemli liglerinde en büyük takımlarında oynuyorlar fakat yıllardır kulüpleriyle bir kupa kaldırmışlıkları, boyunlarına bir madalya takıp da kupa töreninde birbirlerinin üstüne su atmışlıkları yok. Yani şimdi Man Utd ve Chelsea varken Arsenal nasıl şampiyon olabilir ki? Aynı şekilde Barcelona ve Real Madrid varken kolay kolay üçüncü takım araya nasıl girip de şampiyon olacak? Şampiyonlar Ligi için de ha keza. Şampiyonluk 3-4 hadi bilemedim 5 takım arasında değişir ve bunlar arasında ne Arsenal var ne Atletico Madrid ne de Fiorentina. 4 yılda bir Avrupa ya da Dünya Kupası olacak da orda kupa kazanma umuduyla oynayacaklar. Ha tabi bu İspanyol, Brezilyalı vs olanlar için geçerli. Garibim Togo ne yapsın Dünya Kupası'nda da Emmanuel Adebayor stadda kupayla tur atsın? Afrika Kupası'nda da birşey yaptığını duymadım.

Fabregas'ın, David Villa'nın kupa öpmediği dünyada Sabri Sarıoğlu'nun İbrahim Üzülmez'in evine madalya köşesi yapması içimi acıtıyor.

menajer konekting piipıl

"Menajerler çok önemlidir insanın hayatında. Sonuçta bütün connectionları onlar yapıyor." - Meyra - 26.06.2009

NTV'de Burcu Esmersoy'la Yekta Kopan'ın yaptığı programa bu gece katılan Meyra isimli ilk bakışta Tori Amos sanabileceğiniz şarkıcı bayanın menajerlik müessesi üzerine yorumunu okudunuz. Daha önce de Tuba Ünsal'ın bu tarzda bir söylemine denk gelmiştim ki şimdi ne olduğunu zerre hatırlamıyorum. Neyse Meyra'cığım hoş kadınsın, sesin de fena değil, siyah oje de yakışmış, aman connectionlarını koparma. Daha büyük yerlere gelirsin, çok büyük stagelere çıkarsın belki bir gün Tori Amos tributelükten kurtulup bir world star olursun.

Maykıl are you ok?


Ah be Maykıl'ım her ne kadar yaptırdığın binbeşyüz estetik ameliyata, güzelim derini ağarta ağarta ebesini sikmene ve bazı denyo davranışlarına uyuz olsam da severdim seni. Bir Bad olsun, Thriller olsun, Smooth Criminal olsun ne de güzel şarkılardı. Bi gelemedin Türkiye'ye karşılıklı anivacivokkey diyemedik. Şimdi biz mi gelelim oralara açık hava konserine?

Yes Man


Uzun zamandır sınavlardan, işlerden fırsat buldukça ancak dizi izliyordum. 20 dk veya 40 dk izlemek daha kolay geliyor. Tabi bir de zaten bildiğin bir konuya devam etmek durumu var. Şimdi yeni film izlemeye onu anlamaya kim uğraşacak diyor beyin başka şeylerle yeterince meşgulken. Fakat önceki yazıda da dediğim gibi bitti. Artık hür ve mezun bir insan olarak şimdilik istediğim kadar film izleyebilirim. Açılışı da Yes Man'le yaptım.

Jim Carrey komedi filminde oynamasın artık diyordum Eternal Sunshine of the Spotless Mind ve Number 23'i izledikten sonra. Farklı rolleri de ne kadar iyi yapabildiğini görmüşken aslında bu adamın ne kadar iyi komedi oyuncusu olduğunu unutumuşum. Yes Man bunu hatırlattı. Filmden bahsetmeye Jim Carrey'den başladım onunla devam edip, hemen bitirmek istiyorum zira başka şeyler var anlatmak istediğim. Evet, Jim Carrey'nin ne kadar iyi komedyen olduğunu bilmeyen yok. Fakat Ace Ventura ya da Dumb and Dumber gibi filmlerde gördüğümüz Jim Carrey mimiğe abanan oyunculuğuyla genelde sempatik gelse de zaman zaman abartıya kaçıp rahatsız ettiği de olurdu. Yes Man'de ise ben tam bir Liar Liar tadı aldım. Ne abartıyor, ne şebeklik yapıyor. Fakat güldürüyor işte. Komik adam vesselam.

Jim Carrey konusunu böyle kapatarak Zooey Deschamel'e geçmek istiyorum ki ah kalbimin yarısı filmde kaldı. Ne yarısı hatta tamamı orada hala. Bir insanın hem bu kadar tatlı hem bu kadar güzel olabilmesi gerçekten zor bulunan bir durum. Ellen Page ve Shannyn Sossamon'da gördüğüm ne varsa aynısı canım Zooey'imde de varmış. Bir de çok tanıdık geldi ama baktım daha önceki filmlerinin hiçbirini izlememişim. Çok ilginç Yolda görmüş olamam heralde. Neyse, Jim Carrey'nin yanında Zooey de hiç sırıtmamış oyunculuk olarak. Hatta çoğu yerde şirinliğiyle verdiği paslarla onun oyununa da katkı yapmış gibi gördüm. Bundan sonra takibindeyim Zooey kendine dikkat et.

Senaryoya gelirsek, zaten izleyen çok vardır da özetlemek gerekirse; Carl Allen diye bir adam var ki kendisi Jim Carrey olur. Bu adam herşeye hayır diyen, tüm eğlenceli-eğlencesiz teklifleri reddeden, arkadaş arasında göt gibi adam diye tabir edilen cinsten bir uyuzken arkadaş zoruyla katıldığı bir seminerden sonra herşeye evet demeye karar verir ve olaylar gelişir. Romantik komedi türüne sokabileceğimiz bu film aslında duygusal açıdan boşluktaki dönemlerde izlenmemeliymiş. İnsanın canı çekiyor arkadaş. Olan var olmayan var. Ben de isterim Zooey gibi mobiletine binip hız yapayım veya ne bileyim işte yağmur yağdığında kafasını örtüp kapalı bir yere götüreyim. Özendim lan.

Neyse efendim, Yes Man güzel filmmiş. Ben geç izledim, siz de izlemediyseniz daha de geciktirmeyin. Boş vaktiniz olduğunda varsa alın sevgilinizi kolunuzun altına izleyin. Ama dikkat "Hadi bebeyim havalimanına gidip ilk kalkan uçağa binelim." demesin. Kabil falan çıkar ilk uçuş götü kaptırırsınız.

Mezun

Bitti, vallahi bitti. Bunca yıl sayısını hatırlamadığım kadar sınava girdim çıktım. Kiminden 100 aldım kiminden 9. Neyse ki hiçbirinden 0 almadan ya da kopya çekerken yakalanıp atılmadan öğrencilik kariyerimi belirsiz bir dönem için bitirmiş bulunuyorum. İlginç bir boşluk hissettiriyor bu insana. Okul denen olay sona erdi. Çok ilginç. Seneye açık öğretime kaydolmazsam bir seneliğine öğrenci pasosu da kullanamayacağım. İşte bu fena. Sonra da yüksek lisans yapmak lazım. Sırf öğrenci pasosu için. Akbil yarı fiyatına oğlum.

Dinoflagellat

Gün boyu o kadar çok fitoplankton çalıştım ki, pelajik yaşama uyum sağladım. Hücrelerimde kloroplast belirdi, ototrof besleniyorum. Yüzey alanım genişledi resmen. Öfotik zonda yaşarım, kralını tanımam. İlkbahar patlamasını kaçırmış olsam da arktik bölgeye gider yaz aylarında ötrofikasyon yaparım, kendinize mukayyet olun. Red-Tide'ımdan sakının.

Bi sus!

Sokakta oynayan çocukları sessiz oynamaları yönünde uyarmak için götünü yırtarcasına bağıran cırtlak yaşlı kadın; bırak bu sokaktaki çocukları, UNICEF dünyanın tüm çocuklarını toplayıp kapımın önüne bıraksa da oyunlar oynasalar senin o kopasıca gırtlağından çıkan böğürtüden daha fazla rahatsız edemezler. Gürültü kirliliği yaratan ses tellerinin allah belasını versin.

aslan yarim gız senin adın hediye

Doğumgünlerinde, yılbaşlarında hediye alma durumu erkekler için ya da en azından benim için sanırım bünyenin bir sevgiliye sahip olup olmamasıyla ilişkili bir şekilde değişim gösteriyor. Görüyorum kızlar birbirine doğumgününde vs hediye alıyorlar ama böyle bir alışkanlık erkekler arasında pek yoktur. Normal kız arkadaşlar da eğer sizin pek önemsemediğinizi farketmişlerse onlar da önemsemez ve hediye almazlar. Fakat bir sevgiliniz varsa, nolursa olsun o gülyüzlü insan size doğumgünü, yılbaşı, yıldönümü, aydönümü, 40 çıkması gibi her türlü olur olmaz özel günde hediye alacaktır. Tabi karşılığını da vermeniz gerekir.

Şimdi bu çıkarıma nerden vardım? İki senedir doğumgünümde sevgilim olmamasıyla iki senedir doğumgünümde hiç hediye almamış olmam arasında kendimce bir bağ kurdum. Ha bu sene doğumgünü-mezuniyt bahanesiyle aileye kombineyi yıktım yine o ayrı.

23

Doğdum ben.

ben omuzu dişlerim

Fetiş demişken, el fetişimin yanında son zamanlarda omuz fetişim de olduğunu farkettim. Şöyle hafif yanmış, ıstakoza dönmeden kızarmış, az kemikli, kurabiye gibi kız omuzu gördüm mü ısırmak istiyorum. Dişlerim kamaşıyor. Erikten beter.

Liechteinstein'da Son Tango

Canım Liechteinstein'a, Sao Tome ve Principe'ye, Turk Adaları'na veya Barbados'a falan gitmeyi o kadar istiyor ki, bu dörtlüyü ve daha şimdi aklıma gelmeyen birkaç ülkeyi daha hiçbir ülkeye değişmem. Tüm masraflarını karşılayacağız Fransa'da 15 gün mü Liechteinstein'da 3 gün mü deseler hiç düşünmeden Liechteinstein derim. Liechteinstein son yıllarda ulusal futbol takımı sağolsun biraz ün yaptı ama az bilinen, küçük ülke fetişi var bende.

Hepimiz Memeliyiz

Deniz Memelileri diye bir dersim var bu sene vermem gereken. Biraz göz attım notlara da tamam balinadır yunustur onları anlıyorum tabi ki öğrenmek lazım deniz bilimi okuyorsam. Su samurunu, foku da bir yere kadar anlayabiliyorum hayvanlar sudan çıkmıyor pek. Fakat allah aşkına kutup ayısının deniz memelileri arasında ne işi var. Hayvancağızlar suya girmeyeyim diye minnacık buz parçasının üstünde dikiliyor, biz de onlara ağlıyoruz. Ara ara suya giriyor, suda balık avlıyor falan diye deniz memelileri dersi kapsamına almış hoca kutup ayılarını da. Hocayla aramdaki bir durumdan dolayı derslere girmiyordum da girsem insanları da işleyelim derdim. Hele şu mevsimde denizlerde kutup ayısından çok insan olduğuna eminim. Ve unutmayalım küçük büyük farketmez hepimiz memeliyiz.

Amera Polimera Oligomera

Kaç gündür çüklü müklü başlık en tepede duruyordu, yeni birşey de yazamıyordum. En azından bir aşağı gitsin. Issız Adam'ı izlemememe rağmen onunla ilgili espri yapanlar kervanına katıldığım için kendimi ayıplıyorum şimdi bakınca.

16 yıllık öğrencilik hayatımın şimdilik son final dönemine girmek üzere olduğum şu günlerde içimde bir hoşluk bir olmasına rağmen ders çalışma zorunluluğunun baskısını üzerimde fazlasıyla hissetmek sinirimi bozuyor. Bitse de gitsek çok uygun oldu buraya.

ÖSS'ye uyanamayıp giremeyen bir insan oldum. Aslında ben uyandım 7'de ama velilik görevimi üstlenmiş olan Yiğit Bey'i uyandıramayınca o saatte tek başıma İstinye'ye gitmeyi gözüm kesmedi. Vurdum kafayı tekrar sandalyeye uyudum.

Sandalye demişken kenarı demirli sandalye üretimi lütfen durdurulsun. Satılmış olanlar da geri toplansın.

Tabakta gayet hoş olan karides, kalamar gibi canlılar ders notlarının içine girince tüm lezzetini kaybediyor. Denizel Zoobentos çalışırken bunu anladım. Zoobentos da suyun dibinde yaşayan hayvanlar demektir bilmeyen öğrensin.

Ha bir de, derdime derman işte çokolat kız.

sen dizime yattın ben çükümü kaşıdım

Şu dünya televizyon aleminde izlediğim 4 dizi var şu an. Lost, Chuck , How I Met Your Mother ve Heroes. Diğer bazı çok övülen dizilere de vaktim olursa başlamayı düşünüyorum. Özellikle House M.D. 'yi merak ediyorum fazlasıyla ama vakit lazım. Neyse konumuz bu değil. Bu girizgahı yaptım zira izlediğim bu 4 diziden şu an sadece Heroes'un 12 bölümü kaldı izlemediğim. Herkes sezon arası veriyor.

Sezon arası dediğin nedir? Yaz tatili gibi birşey değil mi? 3 ay tatil yaparsın, sonra çekimlere başlarsın 2 ayda falan da şöyle 4 bölüm falan çeksen girersin 5 ayda yeni sezonla yayına. Fakat napmış sevgili Birleşik Amerikalı arkadaşlar (Şu Birleşik Amerikalı lafını da basketbol spikerleri dışında ilk kez ben kullandım sanırım.) Lost Şubat 2010'da, Chuck Mart 2010'da başlıyormuş. Ayıptır, insan mısınız lan?

Allahtan How I Met Your Mother Eylül 2009'da başlıyormuş da bir nebze sinirim geçti. Nebze çok güzel kelime.

Koştum Ardından Yoruldum

Bugün bir arkadaş muhabbetinde geçti şöyle bir cümle; "Ahmet, Ayşe'nin peşinden 1 yıl koştu." Öncelikle isimlerin farklı olduğunu söyleyerek bu cümleyi irdelemeye başlayayım.

Bir erkeğin bir kızın peşinden koşması genel olarak nasıl olur? Kız birlikte olmak istemedikçe erkeğin biryerlere davet etmesi, ne bileyim elini tutmaya çalışması falan şeklinde mi? Nasıl bir azimdir anlayamıyorum ben gerçekten. "Vay anlayışsız işte bu aşk" derseniz , ben de eminim en azından bir kere aşık oldum ama garip bir şekilde tüm ilişkilerimde olduğu gibi bir anda başlamıştı. Eğer o an olmasaydı hiç koşamazdım peşinden birlikte olmak için. Ha ayrıldıktan sonra peşinden koştuğum olmadı mı itiraf ediyorum oldu. Fakat 1 yıl kadar da sürmedi İstek devam edebilir ama o peşinden koşma durumu olay biraz soğumaya başlayınca geçmiştir hep. Bu yüzden böyle büyük bir isteği, 1 yılını bir kızın rüyasıyla geçirmeyi anlayamıyorum. O rüyayı yaşamışsan tekrar yaşamak için peşinden koşmanın mantığı var o ayrı.

Kafamı kurcalayan bir konuydu paylaştım. Lakin kafam biraz karışık galiba cümleleri tam toparlayamamışım gibi hissediyorum. Umarım demek istediğim anlaşılmıştır. Varsa böyle 1 yıl birinin peşinden koşan veya peşinden koşulan yorumlarla o süreci bir anlatsa da hem bir interaktiflik olsun. Sosyal olun azıcık. Hem de okuyanlar - ben de - biraz taktik öğrenir belki.

çatalına çatalına çatalına bandım

Sevgili Kızlar;
Neden içinize bacak arasından çıtçıtlı badi giyiyorsunuz ki? Yurdum gençlerinin iki çatallık keyfi vardı onu da ellerinden aldınız. Yazıktır, günahtır. Çıkarın haydi o badileri. Öptüm gıdınızdan.

Kralsın

Oldum olası Burger King'i Mc Donald's'a tercih etmişimdir. Gerek lezzetiyle gerek doyuruculuğuyla hep bir numaradır benim gözümde. Hele ki Steakhouse'u çıkarınca beni midemin orta yerinden vurdu ki ömür boyu çıkmaz. Neyse iyice reklama girdim ki zaten yazıya başlama nedenim de az önce gördüğüm reklamdı. Ben seviyorum böyle markaların birbirine dokundurmalı reklamlarını. Duymuşsunuzdur hani otomatta Coca Cola'nın üstüne basıp Pepsi tuşuna basan çocuk vs. reklamlar.

Bu Burger King reklamında da aklımda kaldığı kadarıyla şöyleydi ki çok hoşuma gitti. "Birileri hamburgere kat çıktı, Burger King olaya ağırlığını koydu. İki katta 230 gram et(sayı yanlış olabilir). " böyle birşeydi işte. Mc Donalds'ın çok katlı ürünlerine karşı bizde kat az ama etine dolgunuz naber? şeklinde ayar vermiş Burger King. Kral.

Şöyle 2


Efes Pilsen 67 - 70 Fenerbahçe

Salı - Perşembe Abdi İpekçi'deyiz. Süpürmeye gidiyoruz.

ov yeaah


2009 ALES'de şov yapmışım. Götüm kalktı afedersin.

 


Templates Novo Blogger 2008