Dijital Atatürkçülük

29 Ekim gibi resmi bayramlarda pencereden bayrak asmanın şu an geldiği nokta Facebook profil fotoğrafını bayrak ya da Atatürk resmiyle değiştirmektir. İkisi de gereksiz ikisi de saçma ama ikincisi daha komik. Bir de böyle günlerde Mustafa Kemal Atatürk'e hayran olmak var ki o da işin öte boyutu.

Bir Koreografi Yetmez Bize

“Bu filmin sONu yok” demiştik. Ne güzel hayaller kurmuştuk o güne dair. Son on yıl rakip taraftarların gözünün önünden bir film şeridi gibi geçecek, sonunda da bu filmin sonsuz olduğu onlara tekrar hatırlatılacaktı. Türkiye’de ilk defa uygulanan bir sistemle hareketli ve ipli, makaralı, fileli, fazlasıyla zor bir koreografi gerçekleştirilecekti.

Bu hayali gerçekleştirmek için zaman kaybetmeden çalışmalara başladık. Bezler alındı, dikildi. Boyalar, fırçalar, rulolar…her şey tamam. Vira bismillah diyerek vurduk fırçaları. Üç günlük bir çalışmadan sonra pankart boyamaların hepsi bitmişken ve sadece file mekanizmasını halledip prova yapmak kalmışken başımızdan aşağı kaynar sular döken haber düştü ortamlara. Koreografimiz, elimizin emeği, gözümüzün nuru emek kelimesinin anlamından bihaber üç kuruşluk insanların ağızlarına sakız olmuş, sanal ortamlarda akıllarınca emeğimizle, hayalimizle dalga geçer olmuşlar. Bu duruma düşmemizde elbet ki bizim de güvenlik zafiyetimiz vardı ama bu daha sonra irdelenmesi gereken bir işti. Öncelikle şimdi ne yapmak gerektiği çözülmeliydi. Harcanan tüm maddiyata, maneviyata, emeğe rağmen sürprizi kaçan organizasyonu içimiz yana yana iptal ettik. İlkeli bir duruş sergilemek adına ve gelebilecek kontraların önünü almak adına yapılması gereken buydu. Çok eleştirildik, anlamayanlar oldu bu kararımızı fakat bazen ilkelerin önünde harcanan hiçbir şeyin önemi olmaz, alın teriniz de olsa silip atarsınız bir anda.

Yeni bir organizasyon yapmak için yeterli vakit var mıydı acaba önümüzde? Olsa da olsundu olmasa da. Yeni bir şey yapmamız şarttı. Acilen kararlar verildi, hazırlıklar yapıldı, eksikler gedikler tamamlandı ve Perşembe akşamı ekibin büyük bir kısmı da kilometrelerce uzakta sevdasının peşinde koşarken, Fenerbahçe’mizi yalnız bırakmamak için yolunu Karpatlar’a düşürmüşken biz de bir kez daha vurduk fırçaları beyaz beze. Bir yandan gülüp eğlenip, bir yandan yaklaşan maçı kaçırmamak için bir an önce işimizi bitirmek isterken insanüstü bir hız aldı çalışma. Çalışmanın sonlarına doğru gelen gol haberi kolların devinimini daha da hızlandırınca 3 saatten kısa bir süre içerisinde “Doğduğun Günden Beri…” biterken ekip maçın son yarım saatlik kısmını izlemek üzere TV başına geçebiliyordu. Bükreş’te de İstanbul’da da o akşam planlandığı gibi sonuçlanmıştı ve ertesi günler için dinlenmeye çekilebilirdi ekip.

Ertesi gün geldiğinde Romanya’dan dönen arkadaşlarımızın, ağabeylerimizin de aramıza katılmasıyla ekip gerçek gücüne erişti. Önceki organizasyonda yaşanan güvenlik zafiyetinin tekrarlanmaması için zaten fazlasıyla minimal bir ekiple çalışılıyorken bir de bu ekibin büyük kısmının yurtdışı deplasmanı yapıyor olduğu sırada 3 saatte bitirilen pankarttaki emek daha da net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Neyse ki ikinci günümüzde artık ekibimiz daha da güçlüydü. Romanya anıları dinlendi, özenildi, gidenlerden öğrenilen halay benimsendi, lahmacunlar yendi. Karnımız da merakımız da doyduğuna göre artık doğduğu günden beri üzdüğümüz çocuğun hayat hikayesine geçebilirdik. Yine hazırlandı bezler, boyalar… O usta el bebekliğinden itibaren yenilmeye mahkum olan Galatasaraylı çocuğu çizdikçe biz ardından dalıyorduk beze fırçalarla. Her figürde ağlıyordu çocuk öğrenilmiş çaresizliğin sonuçlarına bakmadan. Bebekti, emekledi, oturdu, kalktı ayağa şeker yedi, eline top aldı mahallede top peşinde koşmaya başladı, zamanı geldi okula başladı, okuma yazmayı öğrendi, tarihini öğrendi, sonunda daha fazla dayanamadı ve deli gömleğinin içine girdi genç yaşında. Detay arttıkça ve daha güzel olmasına uğraşıldıkça çalışma yavaşlıyor, zaman ilerliyor fakat zaten sabahlamayı göze alarak gelen ekipte yorgunluğun getirdiği sebepsiz kahkahalar, dibi görünmeyen geyikler dışında hiçbir huysuzluk emaresi görünmüyordu. Sonunda boyamalar bittiğinde saat gece yarısını geçmişti fakat bir de bunların kuruması lazımdı. Güneşsiz bir ortamda bunca boyanın kurumasını beklerken bu gözler ilk defa bu kadar fazla sarıyla kırmızıyı bir arada görmüş oldu. Ezeli rakibimizin taraftarlarının bu kadar fazla sarı-kırmızı boyama yapmadığını düşünürken saatlerimiz de sabah 4’ü buluyordu ve artık evlere dağılmak gerekiyordu ki ertesi öğlen tekrar çalışmaya gelinebilsin.

Geldik Cumartesi gününe. Bugün artık her şeyin sonuçlanacağı gündü. Başka şansımız da yoktu ki ertesi gün büyük gün 10. yıl kutlamalarının yaşanacağı bayramdı. Çok değerli saatler filenin gerilmesiyle harcandıktan sonra iki günün ortaya çıkardığı ürünler filenin üstüne dizilmeye başladı. Ne de güzel görünüyorlardı öyle somutlaşmış emek, alın teri… Dizim işlemi bitince geçti ele çuvaldızlar ipler. “Bu nasıl tribüncülük lan dikiş dikiyoruz” sözleri eşliğinde bir sürü erkek başladı bezleri fileye dikmeye. Evde gömleğine düğme dikmeyen kişiler burada Fenerbahçe uğruna metrelerce bezleri dikiyordu. Yemek molasının ardından daha da hızlanan dikim işi adeta bir trikotaj atölyesi ciddiyetinde devam edip, sonuçlandığında devasa filenin üzerinde doğumundan delirene kadar geçirdiği süreç içerisinde gördüğü skorlarla birlikte Galatasaraylı bir çocuğun acısı işlenmişti.

Koreografimizi tribüne taşıdıktan sonra önümüzde bize göre son bir engel kalmıştı; fileyi tribünün çatısına asmak ve Türkiye’de ilk kez uygulanan makara sistemiyle hareket edebilmesini sağlamak. Çatıya çıkan arkadaşlarımız makaraları takıp ipleri aşağı salarken aşağıdaki arkadaşlarımız da ipleri yakalayıp fileye bağlamakla görevliydi. Çatıdakilerin işi daha zor gibi görünse de yukarıdaki kuşbakışı saha manzarası, ufukta görünen Fenerbahçe burnu gibi manzaraları gören gözler çatıda gezinmenin zorluklarını bir an olsun hissetmiyor, aşağıya baktığında yükseklik korkusu değil, üzerine düşen sorumluluğu başarıyla yerine getirme arzusu duyuyordu. Sonunda gerekli görülen miktarda makaraya ipler takılıp fileye bağlandıktan sonra ilk provanın vakti gelmişti. Acıyan ellerine rağmen asıldı iplere yürekler. Az kişiydiler, güçleri yetmiyordu ama kimi ipte bir kimi ipte iki, üç kişi asılıyordu tüm gücüyle iplere. File yükselmeye başladı çatıya doğru ama çok yavaştı ve yükseldikçe ağırlık daha da artıyor ve ne kadar kalbi Fenerbahçe aşkıyla dolu olsa da insan vücudunun kaldıramayacağı bir ağırlık haline geliyordu koreografi. Bir süre fikir teatisinde bulunulduktan sonra çatıya makara takviyesi yapmaya karar verildi. Yeni makaralar çıkarıldı çatıya ve yeni ipler salındı aşağıya. İp sayısı arttıktan sonra emindik sanki koreografinin sorunsuz bir şekilde çatıya yükseleceğine. Bir kez daha çekmeye başladı yorgunluktan, uykusuzluktan iyice güçsüzleşen kollar ipleri. Zira saat sabah 4 olmuştu ve saatleri bir saat geri almak gerekiyordu. Çalışmak, organizasyondaki sorunları çözmek ve maça her şeyiyle hazır olarak girmek için elimize fazladan bir saat daha geçmişti. Bir kez daha çekmeye başladı yürekler fileyi yukarı ama yine bir sorun vardı. Yine çıkmıyordu file gerektiği kadar yukarıya. Çocuklar çıkıyordu evet, fakat çocuğun hayatında büyük yeri olan skorlar sette kalıyordu. Rakiplerimize olduğu gibi fileye de ağır gelmişti bu skorlar. Yenilir yutulur şey mi ki 6-0,4-0, 4-1…

Bir kez daha beyin fırtınası yapmak gerekiyordu artık iyice yorulan beyinlerle. Alex’in, Semih’in, Carlos’un bastığı çimlerde oturarak yeteri kadar yukarı çıkmayan eserimize baktık. Düşündük, düşündük… Yapacak bir şey yoktu artık zaman ilerliyordu ve bir çözüm gerekiyordu. Skorları kesecektik fileden. Bir kez daha çıkıldı tribüne, makaslar geçti ele ve skorlar ayrıldı binbir zahmetle dikildikleri fileden. Artık her şey çözülmüş gibiydi. Tam aklımızdaki hayal gerçekleşmese de ona büyük ölçüde yakın bir sonuçla karşılaşacaktı binlerce göz maç günü canlı olarak, milyonlarca göz de televizyondan, gazetelerden ve internetten. Set pankartı sete taşındı, ekstra olarak da maç sonu için bir sürpriz taşındı yine aynı sete. Görevimizin hazırlık kısmını yerine getirmiş olmanın huzuruyla günün ilk ışıklarına karşıcı olarak evlerimize gidip birkaç saatlik bir uyku çekebilirdik. Büyük şovun başlamasına saatler kamıştı artık. Heyecanlıydık, stresliydik ama Fenerbahçe için elinden geleni yapmış olmanın mutluluğu ve huzuruyla uyuduk.

Uyandık. Kutsal topraklara tekrar geldik. Mabede arka arkaya dördüncü gün girdik. Maçın başlangıç saati yaklaştıkça görev dağılımları belli olmuştu ve herkes emeklerin boşa gitmemesi için ne yapması gerektiğini, nerede olması gerektiğini biliyordu. Kimimiz dün geceden provası yapılan ip çekme görevini yerine getirecekken kimimiz sette pankartın açılmasından görevli olacaktı. Kimimiz de fileden kestiğimiz skorları alt tribünde münferit taraftarların da yardımıyla düzgün bir şekilde açacaklardı.Son konuşmalar yapıldı ve görev yerlerimize dağıldık.

Zaman sanki geçmek bilmiyordu. Koreografinin düzgün açılıp açılmayacağı kafaları meşgul ederken her beş dakikada bir saate bakmak sigara üstüne sigara yakmak kaçınılmaz olmuştu. Dakikalar sanki heyecanımıza inat ilerlemiyordu. Etrafımızla sohbet ederek zamanı öldürmeye çalışırken artık zamanın yaklaştığını hissetmeye başladık.Saha boşalmıştı, bu da demek ki birazdan futbolcular seremoni için geri geleceklerdi. Birden sesler duyulmaya başladı.; “Çeeeeeeek”… Bir kez daha tüm gücüyle ama kontrolü elden kaçırmadan çekti ip başındakiler ipleri ve iplerin ucuna bağlı olan fileyi. File yükseldikçe diğer tribünlerden gelen çığlıklar, alkışlar, patlayan flaşlar bir sağanak haline geldi. Deplasman tribününden bile patlayan flaşlar göze çarpıyordu. Set pankartımız da düzgün bir şekilde açılmış, skorlarda da falso verilmemiş, koreografi sadece süs olsun diye dizdiğimiz kartonların stadyum djinin işgüzarlığı yüzünden erken açılması dışında hatasız bir şekilde gerçekleştirilmişti. On dakika kadar koreografi açık kaldıktan sonra yavaş yavaş indi çıktığı sete. Biz de artık yerimize dönebilirdik. Dönüş yolunda hiç tanımadığımız insanlardan duyduğumuz tebrikler, gülümsemeler, övgü dolu sözler dört günlük uğraşının, emeklerin boşa gitmediğini iliklerimize kadar hissettirdi. Fenerbahçe için her şeye değerdi.

Fenerbahçe’miz de sağ olsun sete koyduğumuz maç sonu sürprizini de kullanmamıza imkan verdi ve “Bu filmin sONu yok” dedik dosta düşmana. Stad neredeyse boşalmışken ve içeride sadece deplasman tribünü ve biz kalmışken depodan taşınan, iptal edilen koreografinin üyelerinden 18+ pankartıyla yapılan makara da günlerce gecelerce süren yorgunluğun bir kutlaması niteliğindeydi. Yeni geldiğimiz tribünde dahil olduğumuz bu ilk büyük organizasyondan alnımızın akıyla çıkıp Grup CK ve 1907 UNIFEB’li arkadaşlarımıza teşekkür ederken aklımızda bir soru kalmıştı. İkinci gün gecesi yorgunluktan psikolojiler iyice bozulmuşken ekipten birinin söylediği gibi “Abi seneye ne yapacağız?”

Kısıtlı zamanda hızlı hareket edip büyük bir özveriyle hazırlanan koreografi ekibindeki tüm renktaşlarımıza sonsuz teşekkürlerimizi sunarız. Fenerbahçelilik geleneğimize uygun olarak, böylesi önemli günlerde beliren kırılma anlarındaki fedakarlıklarla bir kez daha, Fenerbahçelilerin istemesi halinde neleri yapabileceği gösterilmiştir.

Doğduğun Günden Beri

Çok uğraştık, çok yorulduk, uykusuz kaldık, hasta olduk, ama değdi. Koreografi bittikten sonra yerimize dönerken tanımadığınız bir sürü kişinin tebriklerini almak, omzunuza vurmaları, el sallamaları, herşeye değdiğini hissettiriyor.

Bu filmin sONu yok

Bundan sonra koreografi toplantılarına noter getirmeyi teklif edeceğim. Sonra bulduğunuz slogan gazetelere manşet, t-shirtlere işleme oluyor siz de ancak gururlandığınızla kalıyorsunuz. Fena mı olurdu en azından Vatan'dan tazminat alsam? Fenerium bir t-shirt yollasa fit olurum. Fenerbahçe'ye katkımız oldu sonuçta.

Arda sen de adam ol

Adam ol demişken geçen günkü maç öncesinde Arda Christian'a "Adam ol adam" demiş. Düşününce çok komik lan. Adama sinirlenmişsin tamam da bari anlayacağı birşey de "Be a man" falan denmez tabi öyle bir durumda, aynı etkiyi de vermiyor hem. Hiçbir şey bulamadın fuck you de. Adam ol ne lan? He o da "Peki ağabeyciğim özürlerimi sunarım bundan sonra adam olacağım." mı diyecekti?

FlashForward adam ol

Ne umutlarla başlamıştım şu FlashForward isimli diziye. Lost'un varisi olacaktı falan. Gerçekten de güzel başlamıştı, orjinal bir fikir, güzel çekimler, etkileyici bir başlangıç... Nasıl oldu bilmiyorum dizi 5 bölümde B tipi Amerikan polisiyelerine döndü. Birkaç bölüm daha kredisi var da toparlanmazsa da yapacak birşey yok. Her hafta 42 dakika boşa geçirmeye gerek yok.

İşsizseniz işsizsiniz yapacak birşey yok

Herhangi bir form doldururken meslek hanesinin karşısındaki boşluğa "işsiz" yazmak zorunda kalmadan önce çalışmaya başlamam lazım. Evet evet bir an önce çalışmaya başlamam lazım. Şu an bildiğin işsizim ama bir forma işsiz yazmadan sanki bunu kabullenmeyecekmişim gibi hissediyorum. Bir de herkesin okulu başladı o da can sıkıcı. -Napıyorsun yarın? -Sabah dersim var işte 3te falan biter. Bu tarz diyaloglar yaşamaktan sıkıldım. Acilen çalışmalıyım.

FlashForward

Geçtiğimiz günlerde Ekşi Sözlük'te öylesine bakınırken Flashforward başlığı çok entry girilmiş haliyle dikkatimi çekti. Girip baktığımda 1. bölümü henüz yayınlanmış olan bir dizi olduğunu gördüm. Bilindiği üzere Lost birkaç ay sonra son sezonuna başlayacak ve 6 yıl süren bir macera sonunda bitecek. Lost'un kanalı ABC ne yapacak peki derseniz birçok yerde FlashForward Lost'un varisi olarak konuşulmaya başlamış bile.

İlk iki bölüm itibariyle bir Lost olamayacak gibi görünse de bu çizgide devam ederse kaç yıl sürerse sürsün merakla takip edilecek bir dizi olack gibi görünüyor. Tabi karşılaştırılan dizinin Lost olması da FlashForward'ın dezavantajı. Heroes olsa katlar geçer derim mesela. Yine de hakkını verelim özellikle fikir ve fikrin işlenişi olarak gerçekten ilgi çekici ve başarılı buldum FlashForward'ı.

Konudan bahsetmek gerekirse, dünyadaki tüm insanlar aynı anda 2dk 17 saniyeliğine bayılır ve bu süre içinde o günden 6 ay sonraki hallerini görürler. Uyandıklarında herkes gördüğünü hatırlamaktadır. Tabi bazıları da hiçbir şey görememiştir de o konuya girmeyelim. Sonuç olarak bu hatırlanan görüntüler bir mozaik gibi bir araya getirilerek olayın nedeni, tekrar olup olmayacağı gibi sorulara cevap aranırken kaderin değiştirilebilirliği sorgulanacaktır.

Kaderi değiştirebilir miyiz tarzındaki sloganını okuyunca biraz küçümsemiştim açıkçası ve fazla bir beklenti olmadan başladım izlemeye. Fakat önceki paragrafta da söylediğim gibi işleniş olarak gerçekten başarılı olmuş. Bir zaman sonra belki Lost kadar olmasa da çokça popüler bir dizi olacağını öngörerek şimdiden takip etmeye başlamanızı öneriyorum.

A.C.A.B.

Amerikan filmlerinin kullanıla kullanıla suyu çıkarılmış tiplemeleridir "iyi polis" ve "kötü polis". Toplumsal gerçekçi Türk sineması Amerikan Pop-corn sineması gibi bir akım olarak hayata devam edebilseydi ve böyle tiplemeleri kullanmak isteseydi ancak "kötü polis" ve "daha kötü polis" şeklinde klişeler yaratabilirdi. Aslında bu dünya çapında bir durum tabi ki tutup da Yeni Zelanda polisini Türk polisinden ayrı tutmuyorum ama Hollywood'dan böyle bir tavır bekleyemeyiz haliyle.

 


Templates Novo Blogger 2008